Arif Künar
Elektrik Mühendisi
THD Enerji Komisyonu Başkanı
TMMOB-Elektrik Mühendisleri Odası’nın, sivil toplum kuruluşlarının ve tüm çevrecilerin 1970’li yıllardan beri kamuoyunu sürekli uyararak, karşı çıktığı ve, ancak hemen tüm enerji bakanlarının peşinden koştuğu (Cumhur Ersümer gibi eski Bakanlar’ın ve teknokratların Yüce Divan’da yargılanmasına ve “beyaz enerji” davasının gündeme gelmesine yol açan), ülkemizde uygulanan enerji politikalarının en “sorunlu” örneği olan nükleer santralların, ucube bir nükleer santral yasa tasarısıyla beraber “acilen” ve tekrar gündeme getirilmesi; çok düşündürücüdür.
Enerji Bakanı Hilmi Güler her konuşmasında; “daha önce yapılan ihale süreçlerindeki hataların tekrarlanmayacağını” ifade ediyor. Demek ki önceki hükümetler söz konusu “hatalarla” her şeye rağmen ihale yapmayı başarabilselerdi, bugün pek muhtemelen nükleer santral ihalesinde yapılan yolsuzlukları incelemeye ve projeyi iptal ettirmeye, hatta milyarlarca dolar tazminat ödememek için tahkime gitmeye mecbur olacaktık.
Geçmişte yapılan “hataların” ne kadar “vahim” olduğunu değerlendirebilirsek, bugün de aynı “hataların” devam edip etmediğini kolaylıkla görebiliriz. Yapılan “hataların” ne boyutta olduğunu, bizatihi ihale sürecinde yer almış Benan Başoğlu, Ziya Erdemir, Enis Pezek gibi bir grup nükleer mühendis tarafından kamuoyunu uyarmak ve ihalenin en azından Uluslararası Atom Enerji Ajansı kurallarına göre hazırlanmadığına dikkat çeken ve internet ortamında da yayınlanan; “Türkiye’de Nükleer Santral Projelerinin İhalelerinin Başarısızlıkla Sonuçlanmalarının Nedenleri” adlı yazıdan uzun bir alıntıyla sunuyoruz”(www.nukleer.web.tr).
“Nükleer santraller; teknik, ekonomik, güvenlik, işletme, personel seçimi, çalışma yöntemleri, idari yapı, üçüncü-şahıs yükümlülükleri, proje yönetimi gibi pek çok açıdan konvansiyonel termik santrallerden önemli faklılıklar göstermektedir. Merkezi Viyana’da bulunan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), nükleer teknolojiye yeni girmek isteyen ülkeler için, bu konuda dünyadaki diğer ülkelerin tecrübelerini ve uzmanların görüşlerini yansıtan teknik raporlar dizisi hazırlamıştır. Nükleer teknolojiye girmek isteyen ülkeler bu kılavuzları kullanmaktadır. Öncelikle, 1993 yılından itibaren başlayan ve 1997-2000 yılları arasında gerçekleşen ihale sürecinde, ilgili yönetici kademelerince Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) kılavuzlarındaki bilgiler ve tavsiyeler ışığında bir yapılanma gerçekleştirilmemiş ve nükleer teknolojinin doğasına uygun yöntemler izlenmemiştir. Bundan dolayı ortaya çıkan sorunlardan bazıları aşağıda listelenmiştir:
* Çalışmalara insan kaynaklarının geliştirilmesi, yerli sanayi alt yapısının hazır hale getirilmesi, mali ve yasal altyapının hazır hale getirilmesi, vs. gibi nükleer enerji açısından önem taşıyan birçok hususu içeren bir “nükleer enerji programı” olarak değil, basit bir nükleer santral ihalesi gözü ile bakılmıştır.
* Üçüncü ihalede teklif değerlendirme çalışmaları, ilgili yönetici kademelerince UAEA tavsiyeleri ışığında değil, aynen Türkiye’de yıllardan beri konvansiyonel santrallerinde uygulandığı şekliyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Nükleer teknolojinin doğasına uymayan bu uygulama, sağlıksız bir değerlendirme ortamının doğmasına sebep olmuş, ihale değerlendirme çalışmalarını gereksiz yere uzatmış ve hatta bazı durumlarda çıkmaza girmesine neden olmuştur. Örneğin tekliflerde açık olmayan güvenlik, lisanslama, idari, ticari ve teknik hususlarla ile ilgili soruların teklif sahiplerine sorulamamış ve onlardan açıklama talep edilememiştir.
* 1993 yılında başlatılan üçüncü nükleer santral proje çalışmaları sırasında, nükleer teknolojinin doğasına uygun bir organigram çerçevesinde yapılanmaya gidilmemiştir. Sağlıklı bir organigramda, bu organigramı oluşturan pozisyonların görev tanımları ve o konumda çalışması beklenen kişilerde aranacak özelliklerin çok iyi tanımlanmış olması gerekmektedir. Boş pozisyonların bu tanımlara uygun olacak şekilde personel seçilmesi suretiyle doldurulması gerekmektedir. Ayrıca personele verilmesi gereken mesleki eğitim de söz konusu görev tanımlarından ortaya çıkacaktır. 1993 yılından projenin sonuçlanmasına değin yukarıda belirtildiği şekilde sağlıklı bir organigramın bulunmaması proje personelinin seçimi ve eğitiminin çok sağlıksız bir şekilde gerçekleşmesine neden olmuştur.
* 1993 yılında tekrar başlayan nükleer santral çalışmalarında (ihale değerlendirmesi dahil) proje yönetimine önem verilmediği gözlenmiştir. Proje yönetimi, projenin kapsamı içindeki planlama, organize etme, koordinasyon, icra ve kontrol faaliyetlerinin bütünüdür. İyi bir proje yönetiminden anlaşılması gereken, kaynakların uygun zamanlarda, ekonomik ve istenilen kalite gereklerine uygun olarak sağlanması ve kullanılmasıdır. Geriye dönüp hataları yok etmek olanağı bulunmadığından, proje yönetiminde işe girişmeden önce çok detaylı bir planlama çalışması yapmak zorunludur. Gelişmiş ülkelerde ve ülkemizdeki birçok özel sektör kuruluşunda, proje yönetimi yöntemleri küçük çaplı projelerde bile sıkça kullanılmaktadır. Ancak, kredi maliyetleriyle birlikte 4-5 milyar $ civarında bir maliyeti olacağı düşünülen, Türkiye’nin en büyük projesinin her aşamasında uygulanması zorunlu proje yönetiminin maalesef hiçbir tekniği (zaman, maliyet, kalite, risk vs. yönetimi) uygulanmamıştır.
* Geçmişte belirli bir nükleer santral tipinin savunucusu olarak bilinen bazı kişiler, hazırladıkları taraflı raporlar ve basın açıklamalarıyla karar mercilerini yanlış yönlendirmişler, proje çalışmalarının zarar görmesine sebep olmuşlardır”.
Akkuyu Nükleer Santral İhalesi’nin Temmuz 2007’de iptalinden sonra, TEAŞ eski Danışmanı ve TAEK eski Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre de çok çarpıcı açıklamalarda bulunmuştur; “Sonra 1998-2000 arasında TEAŞ’ın Akkuyu Nükleer Santral İhalesi’nde Başdanışmanı oldum. Orada bir sürü rapor yazdım. En sonunda, o zaman Enerji Bakanı’nın danışmanı olan Prof. Dr. Ahmet Bayülken ile birlikte, ihaleye giren üç firmanın tekliflerini en ince ayrıntısına kadar inceleyen 221 sayfalık analitik bir rapor yazdık. Ama ortada muazzam bir rüşvetin dönmekte olduğu apaşikardı”(1).
AKP Hükümeti’nin bu ihale sürecinde de tümüyle “hata” yaptığını ve ihaleyi beceremeyeceğini belirten Prof. Dr. Erdinç Türkcan da, şok iddialarda bulunuyor; “Birgün TAEK Başkanı Çakıroğlu'na çıktım. Oturduk, konuştuk. Bana bir yığın hikâye anlattı. Ama nükleer ile ilgili hiçbir şey konuşmadı. Zaten konuyla alakası olmayan birisi. Yazık Türkiye'ye.” (2).
Hacettepe Üniversitesi Nükleer Bilimler Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Haluk Utku’ya göre de; “Bu nedenle, gerek nükleer enerji karşıtı propaganda gerekse geçmişte uygulanması planlanan nükleer enerji programlarının hükümetlerce askıya alınmaları nedeni ile, kurulacak bir nükleer santrale mesleğin gerektirdiği bilgi ile donanımlı insan gücünün yetişmesi, bu alana olan ilginin de azalması sonucunda, kısa vadede pek umut verici gözükmemektedir. Eğer 59. Hükümet 2011 yılına kadar üç veya dört nükleer santral planlamakta kararlı ise, enerji planlamasına paralel olarak nükleer alanda her düzeyde yetişmiş insan konusunu son derece ciddiye almak zorundadır.” (3).
DÜNYADAKİ AÇMAZLAR.
Maalesef bizde halen devam eden söz konusu “hataların” yanısıra, daha önce nükleer santral kurmuş “tecrübeli” gelişmiş ülkelerde de birçok ciddi “hata ve sorun” yaşanıyor. Avrupa’da 15 yıl sonra kurulmaya çalışılan tek nükleer santral olan; “Finlandiya'daki Olkiluoto santrali 4 milyar dolara malolacaktı; yapımcı firma Fransız Areva, 18 aylık erteleme nedeniyle şimdiden 1 milyar dolar daha istiyor. Ayrıca Areva'nın ortağı Siemens de milyonlarca dolar zarara uğradığını açıkladı. (6 Mart 2007, Wall Street) İnşaat bitinceye kadar kimbilir daha kaç erteleme olacak, faturaya kaç milyar dolar daha eklenecek? Üstelik 4 milyar dolarlık başlangıç fiyatının, sübvansiyonlu olduğu iddiaları da var. Deniyor ki nükleer teknolojisini pazarlamak isteyen Fransa, yıllar sonra ilk reaktörü her ne koşulda olursa olsun yapmak için Olkiluoto projesine el altından para akıtmış. Greenpeace'in şikâyeti üzerine konu, Avrupa Komisyonu'nda sözüm ona incelemede Finlandiya Nükleer Denetim Otoritesi Direktörü Jukka Laaksonen'in ertelemeye neden olan hatalar zinciriyle ilgili teşhisi şu: ‘Yıllar boyu tek nükleer santral inşa edilmediği için sektörde know-how da kaybolmuş, disiplin de... Mühendisinden sıradan işçisine her düzeyde uzman eleman eksikliği mevcut. Çoğu emekli olmuş, hatta kimisi ölmüş, geri kalanlar iş bulamadıkları için başka sektörlere geçmişler"(4).
Gündeme pek getirilmeyen veya “basitçe” geçiştirilen bir başka önemli “hata” da; nükleer santralların ömrü bitince, başımıza ne boyutta bir “bela” olacağının hala bilinmemesidir. Çünkü, uzun karar alma süreci, pahalı proje, lisans, finans, imalat, işletme süreci dışında asıl nükleer santralları devreden çıkarmak ve sökmek daha da “pahalı” bir iştir. “Teknolojinin emekleme döneminde, radyoaktif atık yönetimi tekniklerinin gelişmediği bir aşamada inşa edilip işletilmiş olan bu tesislerin, tahminlerin ötesinde kirlenmeye yol açtığı anlaşılıyor. Örneğin İngiltere’deki 20 kadar tesis için kapatılma ve çevre temizliği faturasının 100 milyar doları bulacağı sanılmakta”(5).
Bu “itiraf ve gerçek”lerden sonra, hiçbir nükleerci biliminsanı-uzmanı, teknokrat ve siyasi; ülkemiz için nükleer santralların; “en ucuz, temiz, zorunlu, hızlı çözüm” olduğunu, “altyapımızın hazır ve yeterli olduğunu“ söyleyemez, söylese de artık “inandırıcı” olamaz.
İKİ “HATA”, BİR “DOĞRU” YAPMAZ.
ABD’deki nükleer santral yapımları en az 15 yıl, Arjantin ve Brezilya’daki son nükleer santral yapımları ise 25-26 yıl sürmüştür. 40 yıldır nükleer santral ihalesini yapamamış, şartnamesini bile kendi hazırlayamayan, ihalesinin kaç kere iptal edildiği bilinmeyen, ekonomik güvensizliklerin-belirsizliklerin-krizlerin kronikleştiği, yolsuzlukların en üst boyutta olduğu, dış borcu en fazla olan bir ülkede; 6-7 yılda nasıl “hızlandırılmış” nükleer santrallar kurulacaktır?
Daha endüstrisindeki tehlikeli atık miktarını bilmeyen ve %1’ini bile toplayamayan, radyoaktif röntgen cihazlarını kontrol edemeyen, nükleer santral kurulması için TAEK, EPDK mevzuatı hazır olmayan, Hazinesinin hala garanti vermediği, yer lisansının hazır olmadığı (Sinop’ta yer lisansı yok, Mersin-Akkuyu’da ise 31 sene önce alınmış yer lisansının artık geçerli olamayacağı; hem o lisansı veren uzmanlar (6) hem de TAEK bürokratları tarafından kabul edilmektedir.), daha önceki hükümetlerin “alım garantisi”ni eleştiren, ancak “nükleer santral” için aynı yöntemi kabul eden, ihalesiz ve şaibeli bir sipariş verilebileceği kuşkusunun şimdiden oluştuğu, özelleştirmelerin, serbestleştirmenin başarısız olduğu, “Yüce Divan”ların, lisans iptallerinin yaşandığı “güvensiz-garantisiz-guya serbest rekabetli” bir enerji piyasasında, normalde 15-20 yıllık bir süreç gerektiren ve en az 15 milyar doları bulabilecek 3 adet (toplam 5000 MWelektrik) nükleer santralı; ne devlet, ne özel sektör ne de ikisi birlikte yatırım yapıp, kuramaz.
Maalesef iki “hata”, hiçbir zaman bir “doğru” yapmaz. Doğalgaz/petrol bağımlılığından ve lobisinden kaçalım derken, nükleer lobinin tuzağına düşülüyor. Enerji Bakanlığı’nın; “2020 yılında enerji bakımından dışa bağımlılık oranımızın %75 olacağı, acilen enerji çeşitliliğine gidilmesi gerektiği, enerji fiyatlarının sürekli arttığı, fosil kaynakların sonlu olduğu, enerji güvenliği” gibi nedenlerle nükleer enerjiye yeşil ışık yakması, hem de ”kalıcı çözüm” olarak değerlendirmesi çok yanlış bir mantıktır. Doğalgaz, petrol dışa bağımlı da, “anahtar teslim” nükleer teknoloji ve uranyum “içe” mi bağlıdır? Fosil kaynaklar tükeniyor da, uranyum tükenmiyor mu? Petrol ve doğalgazda krizler yaşanıyorsa, fiyatları artıyorsa yakın gelecekte uranyumda ya da zenginleştirilme işleminde kriz yaşanmayacağının, uranyum fiyatının artmayacağının -nitekim uranyum fiyatlarında; son 5 yılda 10 kat artış olmuştur.(7)-, ambargo uygulanmayacağının garantisini -Küçükçekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne ait 4,765 kg uranyum, ABD tarafından iade edilmemiştir.(8)- kim verebilir? İran’ın bugün başına gelenler, yarın Türkiye’nin de başına gelebilecektir. Türkiye’nin nükleer bir maceraya girmesi, Ortadoğu’da yeni bir “nükleer yarış” başlatabilecektir; pandoranın kutusu açılabilecektir; açılmıştır da… Bütün İslam, Arap ve Ortadoğu ülkeleri “nükleer maceraya” sürüklenmek üzeredirler.
2009 yılında oluşmasını beklenen elektrik açığının kapatılması için nükleer santral kurulmasının gündemde tutulduğu, zorunlu ve acil olduğu söylemi de artık inandırıcı değildir. Çünkü bu ülkenin insanları acilen nükleer santral yapılmazsa karanlıkta kalacağız “masalını” 40 yıldır çok dinledi. Ayrıca EMO’nun öngörülerinde ve üyeleri arasında hem kamunun hem de özel sektörün enerji duayenlerinin yer aldığı Dünya Enerji Komisyonu-Türk Milli Komitesi’nin internet sitesinde yayınlanan 23.03.2006 tarihli açıklamada; “Böylece birincil kaynaklarımız artan elektrik enerjisi talebini karşılamada yüksek senaryoda 2025 yılına, düşük senaryoda ise 2030 yılına kadar yeterli görülmektedir. Görülüyor ki, birincil kaynaklar yönünden elektrik enerjisi üretiminde nükleer santrallara çok acil ihtiyacımız bulunmamaktadır” denilmektedir. (www.dektmk.org.tr)
“ULUSAL ENERJİ POLİTİKASI” OLUŞTURULMALIDIR.
Enerji Bakanı ısrarla; "Para yazı da tura da gelse, hatta dik de dursa nükleer santralı kuracağız", “ Nükleer enerji tercih değil, zorunluluktur”, “Nükleer santral yapımı bizim için adeta bir namus meselesi oldu” demektedir (10). Oysa şu anda dünyada yalnızca 31 ülkede nükleer santral var. Geri kalan 170’den fazla ülke ise nükleersiz olarak yollarına devam ediyor. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) tarafından yapılan ve 2030 yılına kadar olan dönemi kapsayan en son enerji raporlarında da; Dünya’daki nükleer enerjinin toplam elektrik üretimindeki payının 2000’de %17 iken 2030’da %9’a düşeceği ve günümüzde mevcut reaktörlerin yaklaşık %40’ının 2030’a kadar ekonomik ve teknolojik ömrünü dolduracağı öngörülmektedir.
Nükleer enerji misyonunu ve miadını; başta İsveç, İtalya, Almanya, İspanya, Avusturya gibi Avrupa ülkeleri olmak üzere gelişmiş ülkelerde tamamladı. Ancak özellikle Bush ve Blair tarafından yoğun bir “lobi” propagandası ile “nükleer rönesans”, “iklim değişikliğine çözüm” olarak nükleer santrallar yeniden canlandırılmaya çalışılmaktadır.
2050 yılına kadar CO2 salınımını önemli ölçüde azaltmak için, ABD-MIT Üniversitesi Nükleer Enerji uzmanı Neil Todreas’a göre, 1500 GWe gücünde, yani şimdiki nükleer santralların 5-6 katı nükleer santral gerekiyor (10). Evet, nükleer santrallar CO2 üretmiyor ancak; uranyum madeninin çıkartılmasından, zenginleştirilmesine ve yüz binlerce yıl etkisi devam eden radyoaktif atıkların, sızıntılardan, soğutma suyundan ve kazalardan sonra yayılan radyasyonun etkisi ile milyonlarca insanın, doğanın kirlenmesine, yok olmasına neden olabilecek bir risk içeriyor. Bu çözüm ve hesaplar; ancak ve ancak, mevcut ve yaşanacak muhtemel sorunları daha da artırır.
Nükleer enerjinin “Temiz Kalkınma Mekanizması” (TKM) içerisine dahil edilmemesi gerektiğini savunan Almanya, İtalya, İsveç, Avusturya, İrlanda, Danimarka, Yunanistan gibi birçok ülke; Bonn ve Marrakesh’deki iklim değişikliği toplantılarında, nükleer enerjinin TKM’ye dahil edilmesinden kaçınılması ile ilgili tavsiye niteliğindeki bir maddeyi, bu toplantılardaki kararlar arasına dahil ettirdiler (3).
TEÜAŞ tarafından hazırlanan resmi senaryoya göre de; “Nükleer senaryo, net ithalat maliyetinin düşük olmasıyla birlikte, sera gazının emisyonlarının azaltılması açısından, azaltma maliyeti de göz önüne alındığında uygun bir alternatif olarak görülmemektedir. Bu senaryo, her ton CO2 azaltılması için 7,3 ABD Doları ek maliyet getirmektedir. Planlama dönemi süresince, CO2 sera gazı emisyonlarında %1’den daha düşük bir azaltım sağlamaktadır.” diye belirtilmekte ve; “Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı sera gazı emisyonlarının azaltılmasında alternatif olarak düşünülebilir” değerlendirmesi yapılmaktadır (11).
Sonuç olarak; nükleer santrallar ve diğer fosil enerji kaynakları; çok büyük ve geri dönülemez bir çevre kirliliği, risk ve toplumsal maliyet yaratmaktadır. Ayrıca nükleer enerjinin; sonlu, finansman-yatırım-işletim-söküm maliyetleri açısında en pahalı, yakıt ve teknoloji olarak dışa bağımlı oluşu, hala çözülemeyen radyoaktif atık sorunu, ekolojik dengeyi bozması nedeniyle ve üretim güvenirliği-kaza-risk-terör açısından da en tehlikeli enerji üretim teknolojisi olduğu yaşanmış, anlaşılmış ve kabul edilmiştir.
Bu, gerçeklerden yola çıkarak, ülkemizin enerji politikasının yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı, özellikle enerji sektörümüzün yeniden yapılandırıldığı bu süreçte, önceliklerimizi ve tercihlerimizi artık nükleer enerji ve fosil enerji kaynakları yerine; yerli, ucuz, bol, temiz, çevreci, yenilenebilir, planlı, verimli, etkin, istikrarlı, bağımsız, doğru ve üretim, iletim, dağıtım altyapısı iyileştirilmiş enerji kullanımının sağlanması olarak değiştirmeliyiz.
Bunu sağlamak için de; ilgili tüm kamu ve meslek kuruluşlarının, çevre derneklerinin, sivil toplum örgütlerinin birlikte yer aldığı, karara vardığı; “Ulusal Enerji ve Çevre Enstitüsü-Merkezi” ve uzun vadeli yeni bir “Ulusal Enerji Politikası” acilen oluşturulmalıdır. Yaklaşık 3 yıldır TMMOB-EMO çatısı altında bu amaca yönelik “bağımsız ve etkin” bir merkez oluşturulması için yapılan çabalardan henüz bir sonuç alınamamıştır. Ancak, ülkemizin enerji-çevre geleceği ile ilgili doğru ve sağlıklı kararlar düşünülmesi-alınması-uygulanması için, içinde görevi ve “işi” yalnızca bu olan gönüllü kadroların yanısıra, profesyonel-akademik-çekirdek bir yönetim tarafından koordine edilecek bir yapıda; TMMOB-EMO’yu merkez alan ve ilgili tüm kişi, kurum-kuruluşları da kapsayan, daha üst bir oluşum çabalarına ısrarla devam edilmelidir.
Kaynaklar:
(1) Selami Çalışkan’ın Ahmet Yüksel Özemre ile röportajı. Milli Gazete- Eylül 2004
(2) Nuriye Akman’ın Erdinç Türkcan ile röportajı, Zaman Gazetesi-1 Nisan 2007
(3)http://www.dektmk.org.tr/Elektronikbulten/3.sayi/NukSantHakkinda.doc.
(4) “Nükleer Santralda Suya Düşen Hayaller”, Meral Tamer, Milliyet Gazetesi-21 Mart 2007
(5) “Nükleer Enerji”, Vural Altın, TSE Standart Dergisi- Mart 2006
(6) Tolga Yarman, Aktüel Dergisi- 7 Ekim 1999
(7) “Uranyuma hücum”, Fikret Ertan, Zaman Gazetesi- 25 Eylül 2007
(8) ”Uranyumumuz ABD’de rehin”, Emin Özbaş, Milliyet Gazetesi- 1 Temmuz 1997
(9) Nuriye Akman’ın Enerji Bakanı ile röportajı, Zaman Gazetesi, 6 Mayıs 2007
(10) CNN Televizyonu’nda8 Mayıs 2001 günü yayınlanan röportaj.
(11) TEÜAŞ Personeli; Selva Tüzüner, Zuhal Sakaryalı, Selma Sevgör ve Mehmet Güler tarafından hazırlanan ve Eylül 2003’de DEK/TMK 9. Enerji Kongresi’ne sunulan tebliğ.
.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
gercekten ben nükleer enerjiye kesinlikle karşıyım.ekolojiyi çok kötü etkiliyor.yaşam şartları degişiyor.duyarlılıgınız için teşekkürler
Yorum Gönder